23 Ağustos 2012 Perşembe

HAKİKAT

Yazmakta olduğum kitaptan ufak bir parça...


O’nu gördüğümde ay ışığının vurduğu bir masada tek başına oturuyordu. Üstüne alelacele geçirmiş olduğu belli olan bir tişört vardı. Yüzünde umarsız bir ifade olmasına karşın aklından sayısız düşüncenin geçtiği belliydi. Denize bakıyordu, karanlığın içinden ay ışığı sayesinde çıkan o dalgalara… Ne düşünüyordu kim bilir? Ya da düşündüğü biri var mıydı? Birileri tarafından terk mi edilmişti? Yoksa hayat mı onu kaderine terk etmişti?

Bir sıkıntısı olduğu belliydi. Çünkü derdi olmayan hiçbir insan bir saat içinde 3 paket sigarayı bitiremezdi. İçiyordu ve içindeki sıkıntıyı sigara dumanı sayesinde hayatın yüzüne üfleyerek çıkarıyordu belki de… Epeydir onu izliyordum fakat daha fazla dayanamamış ve yanına gitmeye karar vermiştim. Masanın üzerindeki çaydan son bir yudum daha alıp yavaş adımlarla ona doğru yürüdüm. Karşısına bir sandalye çekip oturduğumda hala denize bakıyordu. Sonra kafasını yavaşça çevirip yüzüme baktı. Dikkatli bir biçimde beni izliyordu. Bense hayata duyduğu öfkeyi gözlerinin içindeki siyah halkada görebiliyordum. Birbirini hiç tanımayan fakat aynı masada oturan iki insandık. Uzun bir süre hiç konuşmadık. Ta ki dudaklarını aralayıp, bana ‘’Sen hiç öldün mü? Diye sorana kadar. Önce ne diyeceğimi şaşırdım, sonra gözlerinin içine bakıp: ‘’Bana hayat veren varlık nefes almayı bıraktığından beri yaşamıyorum.’’ dedim. Alaycı bir şekilde güldü.

‘’Bir kimseyi sırf annen, baban, akraban veya arkadaşın olduğu için sevmek ve o kişiye bağlanmak zorunda değilsin. Bir insana bağlanmak demek onun için ölmek demektir. Bağlandığın insan hayatta olmadığı için yaşayan bir ölü olmayı tercih etmemelisin.’’ Dedi.

Masaya oturduğumdan beri ilk kez böylesine uzun bir cümle kurmuştu. Karşımdaki yabancıdan böyle bir tepki beklemiyordum. Şaşırmıştım. Bir insana tutkuyla bağlanmanın ve o insan öldüğünde onunla beraber ölmenin gülünç bir durum olduğunu daha önce idrak edemediğimi fark ettim. Ben sadece bağlandığım insanları severdim fakat bağlandığım o insan öldüğünde kendimi de öldürecek kadar delirmiş olduğumu hiç düşünmemiştim. Sanırım karşımdaki bu insandan öğreneceğim çok şey 
vardı.

    
İrem Nazlınur ÇETİN
              Amasya/ 2012

22 Ağustos 2012 Çarşamba

ON BİR


Olmadı küçük dostum, başaramadık. Sen hayata tutunamadın, ben hayata yeniden başlayamadım. Dünyanın dönmesi veya hayatın devam etmesi umrumda bile değil artık. Bundan sonra iyi bir insan da olmayacağım. Kötü insan olmayı ne kadar becereceğim onu da bilmiyorum ya, boşver. Deneyeceğim işte.

Hem hatırlıyor musun? ‘’Tanrı pes edenleri sevmez.’’ Demiştim sana. Öğrendim ki, Tanrı iyi insanları da sevmiyormuş minik dostum. İşte, ben de bu yüzden kötü bir insan olmaya karar verdim. Herkese veya her şeye karşı duyduğum öfke daha da büyüdü ve onu artık kontrol edememeye başladım. Kontrolden çıkmak üzereyim ve hayata karşı savunmasız da değilim artık. Gözlerimin içindeki siyah halkaya kimse görmesin, bilmesin diye binbir türlü düşünce (kirli ve nefret dolu) sakladım. İnsanların hakkımda çok fazla şey bilmesini istemiyorum. Beni anlamasınlar veya sevmesinler. Onları umursamıyorum. Düşündüğüm tek varlık, sensin.

Ama senin için üzülmedim diyemem.. Hiç hissetmediğim kadar kendimi kötü hissettim. Ağladım, duvarları yumrukladım ve hayata en içten küfürlerimi sundum.  Hiçbir şey değişmedi. Yüreğimize açılan büyük bir yarayla kalakaldık. Üstelik yarayan kanamıza (bazı şeyleri bilmediği halde) tuz basanlar bile oldu. Aldırmamaya çalıştık. Sustuk.

Neyse dostum, daha fazla yazamayacağım sanırım ama unutma ki, bir gün mutlaka herhangi bir dünyada buluşacağız. 


İrem Nazlınur ÇETİN

27 Temmuz 2012 Cuma

Ben Hep Yalnızdım!


Yalnız doğdum her insan gibi… Ciğerlerim nefes alsın diye değil, elimi tutamayacak olan birinin yokluğunu hissettiğim için ağladım. Çirkin bir bebektim, bilmiyordum hayatın bütün çirkinliğinin yüzüme yansıdığını. İçim masumdu benim. Siyah gözlerimin ardındaki saflığımın büyüdükçe kirletilmesinden, insanlar tarafından hor kullanılmasından korkuyordum. İnsanların, bebekken sahip olduğu tek şey masumiyetti çünkü. Gülücüklerimin ardında tarif edilemeyen bir ürkeklik vardı. Dışarıda olup biten her şeyden habersiz, korunmaya ve bakılmaya muhtaç hayatı henüz tanımayan bir varlıktım. Bebeklik evresini geçip çocukluğa adım attığımda da değişen pek bir şey olmadı. Çevremde, arkadaşım olarak nitelendirilen bir sürü çocuk vardı. Kumdan kale yaptığım, beraber bisiklete bindiğim, oyuncaklarımı paylaştığım, yaramazlık peşinde koştuğum kimi zaman kızıp, küstüğüm çocuklar… Aslında, onlar sadece varlardı. Ben onlarla hiç beraber olmadım, ben hep kendimleydim, yalnızdım. Paylaşmayı severdim, ama her şey bana ait olsun isterdim. Çevremdeki insanları yürekten severdim, ama en çok sevilen ben olmak isterdim. Eksiktim, yarım kalan parçalarımı tamamlamaya çalışıyordum. Ve bunun için yalnız kalmam gerekiyordu.
Büyüyüp,  yetişkin bir insan olduğumda da değişmedi durum. Yapbozumun parçaları hala kayıptı… Onları bulana dek aramak zorundaydım.
Şimdilerde, bulunmak istediğim ve ait olduğum kentten kilometrelerce uzakta henüz alışamadığım bir yerdeyim. Her şeyin yabancı geldiği, yürüdüğüm sokaklarda geçmişte beraber olduğum insanların siluetlerini aradığım bir şehirdeyim. Her gün, belki de birkaç yıl sonra yüzlerini bile görmeyeceğim insanlarla karşılaşıyorum. Konuştuğum ve konuşmak isteyebileceğim insan sayısı çok az. Sadece, beraber vakit geçirdiğim, beni anladığını düşündüğüm birkaç dostum var. Diğer insanlar tarafından anlaşılmak gibi bir derdim yok, bazı şeyleri analiz etmek ve onları hayat prensibim yapmak istiyorum. Anlaşılmaktan ziyade anlamak istiyorum. Hayatı ya da insanları değil. Önce, kendimi anlamalıyım. Ancak, üzerime yapıştırılan kimliğin altındaki değeri ortaya çıkarırsam eksik parçalarımı tamamlamış olurum.
Yapbozumu tamamlasam dahi yalnız kalmak istiyorum.

Çünkü ben hep yalnızdım…Ölüm kadar, sen kadar.



   İ
rem Nazlınur ÇETİN





        
    

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Nice Yaşlanmalara!


Bugün doğum günüm. Artık 20 yaşındayım;yaşlandım. Geride bıraktığım yıllardan çok şey öğrendim diyemem ama yaşıt olduğum birçok kişiden daha olgun ve tutarlı olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Hiçbir zaman öyle çok pahalı ve uçuk hayallerim olmadı. Ucuz ama gerçekçi hayallerim vardı, yaşamım boyunca da öyle olacak.Kesin bir gerçeklik kavramının varlığından emin olamasam da ben daima kendi gerçeğimin peşinde koşuyorum. Şüpheci, manik depresif ve münzevi bir insanım. Kelimelerle yaşıyorum ve ölene kadar da onlarla beraber olacağım. 
Yapabildiğim en iyi şey, yazmak. Bu yazıyı da kendime ithaf ettim!
Kapanış Hakan Günday’dan gelsin: ‘’Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok hızlı yaşlandım! Ancak hayattayım.’’


İrem Nazlınur ÇETİN

20 Haziran 2012 Çarşamba

Okul Hayatımdan Bazı Kesitler

...Gerek ilkokulda olsun, gerekse ortaokulda sınıf içinde çok parlak bir öğrenci değildim. Konuşmayı sevmezdim ve ağzından çıkan boş kelimelere aldırmadan sınıfta şebeklik yapmaya devam eden tiplerden nefret ederdim, halen de öyle olduğum söylenebilir. Sınıf içinde pek iç açıcı bir öğrenci olmasam da ders çalışmayı sever ve ödevlerimi yapma konusunda ödün vermezdim ama öğretmenler için önemli olan sınıftaki hal ve hareketlerdi. Onlar, öğrencilerini her zaman sınıftaki duruşlarına göre değerlendirdiler fakat yaptıklarının yanlış olduğunu hiçbir zaman anlayamadılar. 

...Bazen karşısındaki öğrencilerin henüz birer çocuk olduğunu unutan çok sevgili öğretmenlerim de oldu. Çok iyi hatırlıyorum; 1.sınıfta zilin sesini duymadığımız için derse birkaç dakika geç girmiştik ve bu hareketimizin cezası öğretmenimiz tarafından kafalarımızın duvara vurulmasıydı. Özel bir kurumda bunu yapan öğretmen devlet okulunda neler yapmazdı ki?

...Ortaokul yıllarıma dair pek bir şey hatırlamıyorum. Sadece, 6.sınıfta beni seven bir İngilizce öğretmenim vardı, galiba ben de onu seviyor ve saygı duyuyordum. O yıl, kendimi rahat hissettiğim tek ders onunkiydi belki de…  7. ve 8.sınıfta her şey çok usluydu, ta ki ufacık bir şeyi yanlış anlayıp beni disipline gönderen o öğretmeni tanıyana kadar.

...Neyse, ilkokul ve ortaokul maceramı bitirip liseye başladım. Ders çalışmayan sadece son 2 ay ki çalışmasıyla bir Anadolu lisesini(o okula Anadolu Lisesi denirse tabi) tutturan ben, orada da mutlu olamadım. Bir eğitim kurumundan çok tımarhaneyi andıran bir liseye gidiyordum. Okula geç kalan öğrencilerini derse almamak için giriş kapılarını kilitleyen bir müdür yardımcımız vardı. (buradan selam olsun ona) 4 senemi geçirdiğim o okulda güzel anlarım da olmadı değil, oldu. Lise 3’te oynadığımız tiyatro oyununu ve provaları asla unutmayacağım mesela.

...Şimdiki hayatımda yani üniversite hayatında 1 yılı geride bıraktım fakat henüz o hayatta yeni olduğumu düşündüğüm için şimdilik o konu hakkında pek bir şey yazmayacağım.

Dipnot; Bazen baş belası bir insan olduğumu düşünsem de ben özünde iyi bir insanım ve herkes için her şey iyi ve güzel olsun istiyorum. Saygılarımla…


 İrem Nazlınur ÇETİN


29 Mayıs 2012 Salı

KAYIP




Olduğum gibiyim fakat olmak istediğim yerde( yer kavramından kastım şehir değil) değilim. Farklı bir zamanda, farklı bir yerde her gün gördüğüm veya görmek zorunda olduğum yüzlerle değil, değişik insanlarla yapmak istediğim şeyler var. İçinde bulunduğum zamanı önemsemiyorum, gelecekten şüpheliyim. Şüphe üzerine kurduğum şeylerin gelecekte doğru olmasından ve bana hiç beklemediğim mutluluklar yaşatmasından korkuyorum. Ve biliyorum ki, ben mutlu olduğum sürece özgürüm.

Bu aralar, sahip olduğum her şeyi bırakıp çevremdeki herkesten en çok da içimdeki çatışmalardan kaçmak ve uzaklaşmak istiyorum. Kendini dış tehditlerden korumak için kabuğuna çekilmiş bir kaplumbağa gibiyim. Dış dünyayla olan etkileşimimi ve çevremdeki insanlarla olan iletişimimi kesmiş olduğum şu bohem günlerde geçmişe ve yaşamakta olduğum durumlara ait birtakım şeyleri irdelemeye başladım ve her geçen gün düşüncelerimin daha da dibe vurduğunu hissediyorum. Dibe vurmuş bir düşünce acı vermekten başka hiçbir işe yaramaz ve ben bunu bildiğim halde daha fazla düşünüyorum. Acı çekmeyi seven bir insan olduğum söylenemez fakat ‘’İnsanı olgunlaştıran acılarıdır.’’ Derler. Olgunlaşmak için acı çekiyor olamaz mıyım? Geçmişimdeki acıları veya yaşamakta olduğum çeşitli sıkıntıları irdeleyerek kendimi düşünceler denizinde boğmaya kalkıyorum. Belki de düşüncelerimdeki ve duygularımdaki tuhaf dalgalanmalar yüzünden yaklaşık 3 haftadır iki satır yazı bile yazamadım ve durum beni fazlasıyla rahatsız etti.

Yüreğimde derin bir hüzün taşıdığım ve kendimi moral olarak kötü hissettiğim günlerde bütün enerjimi ders kitaplarına ve çalışmaya vermem aklımdaki çözümsüz düşünceleri biraz olsun uzaklaştırmak için olsa da bazı düşüncelerimle baş etmekte yetersiz kalıyorum bunun farkındayım. Belirsizliklerle yaşamayı sevmiyorum ve böyle durumlarda hayata olan öfkem daha da artıyor. Yaşamak ve yapmak istediğim birçok şeyi gerçekleştirememiş olduğum için bazen kendimden nefret ediyorum.

Özetle: Ben bir aptalım ve yapabildiğim en iyi şey, birçok insanın eline bile almaktan korktuğu kalemle yazılar yazmak.


 İrem Nazlınur ÇETİN

7 Nisan 2012 Cumartesi

Ceviz Ağacının Gölgesindeki Mezar-2


Sıradan bir sonbahar günü, yağmurlar şehri paklarken gelmiştim sana. Toprak kokusu eşliğinde yürüdüğümü hatırlıyorum. İri yapraklı ve büyük gövdeli ceviz ağaçlarının esintisi ve rüzgarın uğultusu ruhumu ürpertiyordu. Orası bir mezarlıktı ve adım attığım her an sanki bir ölünün dirilip bana baktığını hissediyordum. Belki de bana nefes almanın kıymetini ve hayatın ölümle sınırlı olmasının yaşamı değersizleştirmeyeceğini anlatmak istiyorlardı. Günü geldiğinde o toprak parçasının altına mutsuz olarak değil, hayatın her anını büyük bir hazla yaşamış olarak girmeliydim. Nedeninin ne olduğunu bilmiyorum ama mezar taşlarının okunmasının günah olduğu söylenmişti bana. Ölülere saygısızlık addediliyordu herhalde. Mezar taşlarını okumamak için direniyordum fakat her adımımda gözlerim soğuk ve kirden rengi değişmiş olan mezar taşlarına takılıyordu. Daha doğrusu o sütunların üstünde yazılı olan tarihlere. Arasına küçücük bir çizgi konmuş ölümün rengi olan siyahla yazılmış tarihlere… Tarihlerden anladığım kadarıyla çok erken yaşta daha çocukken o toprak parçasının altına girenler vardı ve sonsuza dek orada kalacaklardı. Ürpermiştim çünkü ölümden korkuyordum. Senin de diğer tüm ölüler gibi üstü toprakla kapatılmış bir çukurda olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Ve hatta o düşünceden nefret ediyordum. Düşüncelerden bağımsız olan gerçeklerin varlığını unutmuştum, ta ki mezarınla karşı karşıya kalana dek.

Sen 16 senedir o toprak parçasının altındaydın bense sana ilk kez geliyordum. Belki de ilk ve son gelişim olacaktı…

Ellerim gibi mezarında soğuktu. Buz gibi olmuş o taşlara dokunmadım, dokunmak da istemiyordum. Dedem, üstü otlarla kaplanmış toprağı temizlemekle meşguldü. Bana toprağı sulamak isteyip istemediğimi sordu. ‘’Evet, istiyorum.’’ Diye cevapladım. Elime tutuşturduğu su bidonunu toprağın üzerinde bir iki kez gezdirdikten sonra yere bıraktım. Daha fazla devam etmeyecektim. Ceviz ağacının altındaki mezarının tam önünde duruyordum ve elimde sana yazdığım şiir vardı, mezarlığı inletircesine yüksek sesle haykırarak okumak istedim şiiri ama yapamadım. İçimden sessizce mırıldandım belki duyarsın diye. Belki rüzgar sesimi sana getirir diye. Yağmur ağlıyordu ve ben ıslanıyordum. Neyse ki, gözyaşlarım yağmur damlalarına karışıyordu da ağladığım belli olmuyordu. Hayatımda hiç var ol(a)mayacağını bildiğim, ölümün gerçek yüzünü gördüğüm ve ’Baba’ kelimesi boğazıma düğümlendiği için ağladım. Ağladım hem de bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra…

İşte, elimde tuttuğum o kağıt parçasını mezarına bırakamadığım günden beri yazıyorum. Sana dair, hayata dair ve en çok da ölüme dair… Ölümle büyük bir hesaplaşma içindeyim ve bunun en büyük nedeni sensin. Ben ölümü sende öğrendim. Bir baba olarak bana öğrettiğin tek şey, ölüm oldu. Ölümünü kadere bağlayıp işin içinden çıkmak isteyenler var. Kader kavramının ve gerçekliğinin farkındayım ama her şeyi sadece kadere bağlamayı doğru bulmuyorum. Kader, çizilmiş bir yolsa eğer, o yolda karşısına çıkacak bütün her şeyden insan sorumludur. Kaderini değiştiremezsin ama elindeki olanakları faydalı kullanabilirsin. Hepsi bu. Biliyor musun? Seni her soruşumda gidişi erkendi ama kaderimiz böyleymiş dediler. Kaybettiğimiz hangi insanın ölümü erken değildir ki?  Ölümler hep erkendir baba bunu en iyi sen bilirsin.

Ama merak etme bütün bu olanlardan dolayı sana kızmıyorum ama bil ki seni hiçbir zaman affetmeyeceğim.
Üzgünüm…

İrem Nazlınur ÇETİN


24 Şubat 2012 Cuma

Virginia Woolf – Mektuplarından


"Siz duygularınızın kölesisiniz herkes gibi. Ama size hükmeden bu duyguları tanıyamaz, ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıkacağını bilemezsiniz. Bir aşk, bir öfke, çıldırıcı bir kıskançlık, dayanılmaz bir özlem, bazen karanlıkların içinden çıkıp sizi esir alabilir. Bazen bir başka insan için kendinizden vazgeçebilirsiniz.Bazen öfkeyle kamaşır içiniz. Yitirmenin ne olduğunu biliyorum.Yaşadığımız aşklar hayatımızı değiştiriyor. Yapılan hatalarda,değişen hayatı bir kez daha değiştiriyor. Savruluyoruz... 
Kaç kez yaşadığımız anın değerini bilmediğimiz için geleceği reddetmişizdir,kaç kez kıymetini anlayamadığımız bir anda yaşadığımızdan çok parlak olabilecek bir geleceği elimizden kaçırmışız.

Hayata neyle başlarsan başla elinde çok az şey kalıyor. Gurur ve aptallık. Halbuki her şeyi istemiştik değil mi?"

Ertürk Akşun

Bir şehri şehir yapan;
Ne ışıklı vitrin camları ne de gösterişli yüksek binaları, ne de yürüyemediğin yasaklanmış parkları. 
Bir şehri şehir yapan;
Kapladığı alanın ölçüleri ile tarihinin derinliklerinde olup bitenlerinin arasındaki kopmaz ilişkidir.
Bir şehri şehir yapan;
Bir süngerin suyu emmesi gibi, emdiği anıların toplamıdır.
Bir şehri benim yapan ise;
O kentin soğuğudur, sıcağıdır, kum fırtınasıdır gözlerimi acıtan.
Bir kenti benim yapan;
O kentin en güzel zamanı değil, en zor zamanıdır.
Bir kent beklenir dostum, yıllarca beklenir. Bir kent gitmeden önce içinde büyütülür. 
Bir kenti kent yapan, kentin kendisi değil, senin kente verdiğin anlamdır. 
İşte o yüzden o aptal türistler, ancak birkaç kare fotoğrafa sığdırırlar anılarını, unutmamak için yaşadıklarını.
Bense içimde büyütürüm, ve en güzel yerini kendime saklarım.
Bir kent en sonunda içinde yitirdiğim bir aşkla benim olur.

ERTÜRK AKŞUN

12 Şubat 2012 Pazar

Kahraman Tazeoğlu

''Gözlerime baktı ve ''neden yalnızsın'' diye sordu. Başımı çevirdim ve ''neye göre'' dedim.Güldü.Birasından bir yudum daha aldı. ''senin hiç susmaktan dilin kurudu mu?'' diye sordum birden bire. Şaşırdı. ''işte odur asıl yalnızlık'' dedim. ''suskun ve hep yalnızsın. Uzaktan izlemek yetmiyor seni anlamaya. Neden insanlarla aranda hep kalın duvarlar var? Ve neden hep yalnızlığı seçiyorsun'' dedi. Şimdi gülümseme sırası bendeydi. O,birasını yarılarken ben anlatmaya başladım. ''varlığına sarıldığım huzur maskesidir yalnızlığım. Evet! Huzurdur.Ama maskedir aynı zamanda. Kimseye armağan edemeyeceğim bencilliğimdir. Seçilmiş bir yalnızlığı yaşıyorum. Sebeplerim içimde gizli.''

2 Şubat 2012 Perşembe

Yazmak Kendini Tanımaktı


Birkaç gündür aklımda deli sorular dönüp duruyor. Düşündüğüm ama kayda değer cevaplar alamadığım sorular. Yazmaya nasıl başladığımı ya da beni yazmaya iten sebeplerin neler olduğunu anımsayamıyorum. Böylesine büyük bir tutkuyla kağıda, kaleme sarılmamın önemli bir nedeni olduğu düşünülebilir.
Aslına bakarsanız, kendimden başka hiçbir nedenim yok. Kendim için yazmıyorum, yazabildiğim için kendimi yani özümü buluyorum. Daha önce bir yazımda ‘’Yazmak eylemi, bir tür terapi ’’ demiştim. İnsanların kendilerini daha iyi tanıyabilmek, sorunlarına akılcı çözümler üretebilmek, olaylara veya durumlara karşı bakış açılarını değiştirebilmek için gittikleri terapiler gibi.(Dürüst oluyum, ben de bir ara gitmiştim) Her şey kendini anlayabilmekle ve tanımakla başlıyordu, kendini tanıyan insan çevresindeki durumlara daha kolay vakıf olurdu çünkü.


Yazmaya belki de bu yüzden başladım. Kontrol edemediğim düşüncelerimi yazıyla ifade edebildiğimi anladığım ve kendimi harflerle tanıdığım için. Hayatın tüm acımasızlığından sıyrılıp kendime kelimelerle yeni bir dünya kuruyorum. Kurguyla karışık saf ve kimi zaman da kirli düşüncelerim var benim. Zihnimde kelimelerle oynamak ve onları akıl süzgecinden geçirmek beni mutlu ediyor. Mutsuz olduğum zamanlarda dahi elime kalemimi aldığım an her şey yeniden başlıyor. Sessiz ve derin uğultularımı yazıyla anlatmayı seviyorum, onları yaşanılabilir kılmayı da. Parlak olmadığını düşündüğüm ama her zaman realist olarak baktığım hayatımı yazıyla renklendiriyorum. Satırlarıma düşen sözcükler, yaşamıma ithaf edilen mutluluğu oluşturuyor. Yazıyorum ve biliyorum ki; yazdıkça kendimi tanıyor, kendimi tanıdıkça nefes alıyorum.
Kapanış Elif Şafak’tan gelsin: ’Yazıyorum çünkü harflerle nefes alıyorum. Yazıyorum çünkü hayatla kurduğum bağ yazıdan geçiyor. Ve yazıyorum çünkü hayal ve hikâyeler alemini şu yaşadığımız hayattan daha hakiki, daha sahici, daha renkli buluyorum.’’

İrem Nazlınur ÇETİN

29 Ocak 2012 Pazar

Rolünü çok iyi oynadın sevgilim, tebrik ederim


Hayatımıza belirli dönemlerde girip de, zihnimizde hiçbir iz bırakamadan çekip giden insanlar olmuştur. Kısa bir süreliğine gittiğimiz herhangi bir şehirde ya da arkadaş ortamlarında tanışmışızdır o insanlarla. Belki kısacık bir sohbet imkanı bulmuş, belki de bir iki kelime anca edebilmişizdir. Hakkında yeterince fikir sahibi olamadığı bir kişiyi insan hayatına neden sokar ki?  Bu aptallıktan başka bir şey değil.

Ben de böyle bir aptallık yaptım. İyi niyetimden mi yoksa o lanet olası güven ilişkisinden mi bilmiyorum. Hayatıma bir anda girmene izin verdim sevgilim, üstelik seni henüz tanıyamamışken. Tesadüf kavramının kaderle karıştırıldığı bir dünyada tesadüf değildi seninle karşılaşmamız fakat kadere de bağlanamazdı. Aynı şehirlerde doğup büyüyen ama Tanrı’nın farklı bir zamanda farklı bir şehirde karşılaştırdığı insanlardık. Daha kim olduğumuzu bile anlayamadan iki sevgili olmaya karar verdik. Başlarda gayet sakin ve huzurlu bir ilişkimiz vardı, birbirimize çaktırmasak da ikimizi de şaşırtıyordu bu durum. Bir o kadar da korkuyorduk. Henüz, birbirinin ruhunu keşfedememiş iki ayrı insanın anlaşması pek olağan bir durum değildi. Mevsim sonbahardı ve en güzel aşklar bile sonbaharda ayrılığa teslim ediyordu kendini. Bunu biliyorduk ve sonbahara inat kalbimizde aşkı yeşertmeyi deniyorduk fakat başaramadık. Nereden bilebilirdik sonbaharın, ilişkimizin de son baharı olacağını? 

Sonbaharda aşkı yaşamak, aşkın son baharını yaşamaktan daha zordu. Gün geçtikçe kendimize ve birbirimize olan güvenimiz azaldı. Temeli güven olmayan ilişkilerin uzun ömürlü olmadığını sana öğretecek değildim. Belki, birtakım şeyleri anlatabilirdim ama dinlemezdin ‘’burjuva’’ olarak nitelediğin sevgilini. Oysa, burjuvanı egolarınla değil kendi benliğinle tanımaya çalışsaydın, anlardın onun da senin gibi sıradan, basit bir hayatının olduğunu, emek verenlerin haklarına daima sahip çıkıp, haksızlıklara ve sınıf farklılıklarına karşı bir duruş sergilediğini. Aslında aramızdaki tek sorun, kafanda oluşturduğun statü farkı değildi. Karşılıklı yanlış anlamalar, telefonu yüzüne kapatmalar, alaya alınan ciddi konular ve unutulamayan eski sevgililer…

Bir ilişkide tek tarafı suçlamak ya da yargılamak doğru değildi fakat ciddiyetsiz bir ilişkiyi kontrol edebilmek raydan çıkmak üzere olan bir treni kontrol etmekten bile daha zordu. Son zamanlarımızda iyice dağılmış ve birbirimizden kopmuştuk. Her ilişkinin son evrelerinde olduğu gibi hakaret safhası başlamıştı. Sen ağzına geleni saymayı tercih ettin. Ben dinledim ve sustum. Kırılmış olsam da, kıran olmadım sevgilim. Çünkü bir insanı kırmak demek, umutlarını yok etmek demektir.

Elimizdeki tüm olasılıkları ve kalbimizdeki umudu tükettiğimizde birbirimize de daha fazla tahammül edemedik ve ayrılmayı tercih ettik. Bunu ben istedim ve pişman değilim.
Ama unutmadan sana söylemem gereken bir şey var: ‘’Rolünü çok iyi oynadın sevgilim,seni tebrik ederim.Başka bedenlerde mutlu olman dileğiyle...’’    

İrem Nazlınur ÇETİN                                                                                                                    

14 Ocak 2012 Cumartesi

Minicik Bir Bedenin Taşıdığı Kocaman Bir Kalp


‘’Var mı ondan güzeli? ‘’ diye başlıyordu haberin başlığı. Gazeteyi elime aldığımda dikkatimi çeken ilk başlık o olmuştu. Adı Sinemdi, doğduktan 1 yıl sonra babasını kaybetmiş, 4 yaşındayken ailesiyle beraber Erzurum'un Aşkale ilçesinde depreme yakalanmış. Deprem sonrası kaldıkları çadırda yangın çıkınca yüzü, elleri, kirpikleri ve saçları da dahil olmak üzere bütün vücudu yanmış.6 ay yanık ünitesinde tedavi görmüş, açık yaraları iyileşmiş. 7 yaşından itibaren de bir dizi ameliyat geçirmeye başlamış. 3 yılda tam 15 operasyon geçirmiş. Doktorlar, Sinem’e sıfırdan dudak, burun ve yanak yapmışlar. O küçücük bedeniyle onca zorlu ameliyata göğüs germiş ve okuldaki arkadaşlarının onu itip kakmasına, sınıfın onu ötekileştirmeye çalışmasına bile katlanmış. Şimdi 5.sınıf öğrencisi ve 12 yaşında olan Sinem, haberi yapan gazeteci Sibel Arna’ya: ‘’Çok sevimliyim işte, çizgi filmlere benzemiyor muyum sizce’’ diye sormuş. Küçücük bir çocuğun yaşama nasıl sıkı sıkı sarıldığının ispatı bu. Başından geçen onca acıya rağmen kendisiyle barışık ve o minicik yüreğinde kocaman umutlar taşıyacak kadar güçlü bir kız Sinem. Öyle ki, annesi bazen isyan ettiğinde Sinem o güzel yüreğiyle annesini sakinleştiriyor ve ona umut aşılıyormuş. 12 yaşındaki bir çocuğun yaşadığı o acılara ve hüzne rağmen üzerinde taşıdığı pozitiflik ve yaşama sevinci beni çok etkiledi. Sabah sabah, yüreğimden süzülüp gelen gözyaşlarımın sebebi Sinemdi. Babasını çok erken yaşta kaybeden çocuklara her zaman ayrı bir ilgi göstermişimdir, belki Sinem’e de bu yüzden büyük bir ilgi gösterdim ama yaşadığı o acılar minicik bir yüreğin kaldırabileceği türden değil. Sinem, bunu o küçücük yaşında başarmış ve daha da başaracağı ve yapacağı çok şey var eminim. Zaten, ziyaretine giden gazetecilere ilerde kalp doktoru ya da fotoğrafçı olmak istediğini söylemiş. 

Çocuk olmak, böyle bir şeydir işte. Çevrende olup bitenlere aldırmaksızın yüreğinde daima güzellikleri taşıyabilmek, hayatı kendi düşlerinin rengine boyayabilmektir. Belli ki Sinem’in hayatında da siyah beyaz renklere yer yok. O, yaşadıklarına rağmen yine de cıvıl cıvıl renkler taşıyor üzerinde. Gazetecilere verdiği pozları bir görseniz, elleri ayakları tuttuğu halde yine de üzerinde mutsuzluğu ve kederi taşıyan onca insana inat, Sinem’in o yapay elleriyle ve gülen yüzüyle verdiği pozlar gerçekten derinden etkiliyor insanı. Bir haber insanı nasıl bu kadar derinden etkileyebilir diye sormayın, beni çok etkiledi. Biliyorum, aşırı duygusal bir insanım ama sizde bir bakın Sinem’in o güzel fotoğraflarına. Onun içindeki yaşama sevincini ve mutluluğu hissedin. Minicik bir yüreğin, hayata sarılış öyküsüne kulak verin.

Babasızlığına, yaşadığın o ağır acılara, kaderine inat, sen hep gülmelisin Sinem kardeşim. Kalbim ve dualarım seninle… 
Hayata sıkı sıkı sarılmanın ne demek olduğunu bana bir kez daha hatırlattığın için teşekkür ederim.


(İşte Sinem'in fotoğrafları, bakın şu güzel yüreğe http://fotogaleri.hurriyet.com.tr/galeridetay.aspx?cid=8327&rid=2  )

İrem Nazlınur ÇETİN

12 Ocak 2012 Perşembe

Kusura Bakma Sevgilim; Sen benim sev(e)mediğim...


Ben, aşka  ayrılığın mevsimi olarak tabir edilen sonbaharın eylül ayında tutulmuştum. Kasımda aşkın başka olduğuna inanlardan değil(d)im. Başkalaşan aşka inanırım. Tanrı, sürprizleri severmiş. Aralık’a 2 gün kala elime tutuşturduğu hediyenin içinden karşılıksız bir aşk çıktı.

Eylül’de sevdiğim başkaydı, Kasım’da beni seven başka…

İki yüreğin arasına sıkıştırılmış üzerinde kan lekeleri olan aşk parçasıydım. İki bedenin paylaşamadığı tek ruhtum. Eylülle Kasım arasında kalan Ekim'dim. Sonbaharın sararan hüznünü üzerimde taşıdığım gibi bedenimde de aşkı taşıyabilir miydim? Kasım kucak açar mıydı bana ya da Eylül sever miydi beni ?

Sonbaharda aşkı yaşamak, aşkın son baharını yaşamaktan daha zordu. Ruhumun gelgitleri, kafamda uçuşan hüzün şarkıları, içime akıttığım gözyaşı denizim, ellerimdeki boşluk…
Düşünemiyordum,
Düşüncesizlikler içinde boğulurken bir düş gibi düştü hayatıma. Bunaldığım ve bohem bir hayat yaşadığım günlerde Tanrı’nın bir sürpriziydi belki de… Ellerimdeki boşluğu, elleriyle dolduracak, bakışlarımdaki ürkekliği gözlerini gözlerime değdirerek kapatacak, kalbini kalbimin üstüne koyacaktı belki de… Apar topar girdi siyah beyaz hayatıma, ne olduğunu anlayamadan. Sonra tüm kalbiyle ‘’bir tutam sevgi  ve aşk ‘’ dedi. Cevap veremedim, sustum.

Oturup da bugün, bunları dahi neden yazdığımı, ilerde mutluluğun bedenimi sarıp sarmayacağını bilmiyorum. Hayatımdaki ani değişikliklere kendimi hazırlamam gerektiğini düşünüyorum. Dünya döndükçe, her şey değişiyor. Sen, ben, o… Bir tek duygular değişmiyor, onlar hep sabit. Sadece dozunu ayarlayabiliyorsun, azaltıp çoğaltmak senin elinde.
Benim Eylül’e olan sevgim hiç azalmadı, Kasım’a olan sevgimse hiç artmadı.

Kusura bakma sevgilim, sen benim sevmediğim…

İrem Nazlınur ÇETİN