7 Nisan 2012 Cumartesi

Ceviz Ağacının Gölgesindeki Mezar-2


Sıradan bir sonbahar günü, yağmurlar şehri paklarken gelmiştim sana. Toprak kokusu eşliğinde yürüdüğümü hatırlıyorum. İri yapraklı ve büyük gövdeli ceviz ağaçlarının esintisi ve rüzgarın uğultusu ruhumu ürpertiyordu. Orası bir mezarlıktı ve adım attığım her an sanki bir ölünün dirilip bana baktığını hissediyordum. Belki de bana nefes almanın kıymetini ve hayatın ölümle sınırlı olmasının yaşamı değersizleştirmeyeceğini anlatmak istiyorlardı. Günü geldiğinde o toprak parçasının altına mutsuz olarak değil, hayatın her anını büyük bir hazla yaşamış olarak girmeliydim. Nedeninin ne olduğunu bilmiyorum ama mezar taşlarının okunmasının günah olduğu söylenmişti bana. Ölülere saygısızlık addediliyordu herhalde. Mezar taşlarını okumamak için direniyordum fakat her adımımda gözlerim soğuk ve kirden rengi değişmiş olan mezar taşlarına takılıyordu. Daha doğrusu o sütunların üstünde yazılı olan tarihlere. Arasına küçücük bir çizgi konmuş ölümün rengi olan siyahla yazılmış tarihlere… Tarihlerden anladığım kadarıyla çok erken yaşta daha çocukken o toprak parçasının altına girenler vardı ve sonsuza dek orada kalacaklardı. Ürpermiştim çünkü ölümden korkuyordum. Senin de diğer tüm ölüler gibi üstü toprakla kapatılmış bir çukurda olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Ve hatta o düşünceden nefret ediyordum. Düşüncelerden bağımsız olan gerçeklerin varlığını unutmuştum, ta ki mezarınla karşı karşıya kalana dek.

Sen 16 senedir o toprak parçasının altındaydın bense sana ilk kez geliyordum. Belki de ilk ve son gelişim olacaktı…

Ellerim gibi mezarında soğuktu. Buz gibi olmuş o taşlara dokunmadım, dokunmak da istemiyordum. Dedem, üstü otlarla kaplanmış toprağı temizlemekle meşguldü. Bana toprağı sulamak isteyip istemediğimi sordu. ‘’Evet, istiyorum.’’ Diye cevapladım. Elime tutuşturduğu su bidonunu toprağın üzerinde bir iki kez gezdirdikten sonra yere bıraktım. Daha fazla devam etmeyecektim. Ceviz ağacının altındaki mezarının tam önünde duruyordum ve elimde sana yazdığım şiir vardı, mezarlığı inletircesine yüksek sesle haykırarak okumak istedim şiiri ama yapamadım. İçimden sessizce mırıldandım belki duyarsın diye. Belki rüzgar sesimi sana getirir diye. Yağmur ağlıyordu ve ben ıslanıyordum. Neyse ki, gözyaşlarım yağmur damlalarına karışıyordu da ağladığım belli olmuyordu. Hayatımda hiç var ol(a)mayacağını bildiğim, ölümün gerçek yüzünü gördüğüm ve ’Baba’ kelimesi boğazıma düğümlendiği için ağladım. Ağladım hem de bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra…

İşte, elimde tuttuğum o kağıt parçasını mezarına bırakamadığım günden beri yazıyorum. Sana dair, hayata dair ve en çok da ölüme dair… Ölümle büyük bir hesaplaşma içindeyim ve bunun en büyük nedeni sensin. Ben ölümü sende öğrendim. Bir baba olarak bana öğrettiğin tek şey, ölüm oldu. Ölümünü kadere bağlayıp işin içinden çıkmak isteyenler var. Kader kavramının ve gerçekliğinin farkındayım ama her şeyi sadece kadere bağlamayı doğru bulmuyorum. Kader, çizilmiş bir yolsa eğer, o yolda karşısına çıkacak bütün her şeyden insan sorumludur. Kaderini değiştiremezsin ama elindeki olanakları faydalı kullanabilirsin. Hepsi bu. Biliyor musun? Seni her soruşumda gidişi erkendi ama kaderimiz böyleymiş dediler. Kaybettiğimiz hangi insanın ölümü erken değildir ki?  Ölümler hep erkendir baba bunu en iyi sen bilirsin.

Ama merak etme bütün bu olanlardan dolayı sana kızmıyorum ama bil ki seni hiçbir zaman affetmeyeceğim.
Üzgünüm…

İrem Nazlınur ÇETİN